Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO), bir yandan Hz. Peygamber›in (sav) Mekke›deki eğitim modeli Dâru’l-Erkam’dan strüktürel / yapısal olarak beslenerek, “yaş değil baş” ilkesiyle her yaştan dert sahibi insanı birinci sınıf bir eğitimden geçiriyor. Öte yandan da Hz. Peygamber’in (sav) Medine’deki eğitim modeli Ashâb-ı Suffa’yı takip ederek akademik ve ahlâkî açıdan dünyayı değiştirmeden önce kendini değiştirecek, önce içinde bir dünya inşa edemeyen insanın, dışarıda bir dünya kuramayacağı gerçeğinden hareket eden bir öncü nesil yetiştiriyor. Aynı zamanda dünyadaki belli başlı Çin, Hint, Batılı eğitim modellerinden de istifade ederek, ama pergelin sâbit ayağını Kur’ân ve Sünnet’e, İslâm medeniyet dinamiklerine kilitleyerek aynı ânda aklı, kalbi ve ruhu harekete geçiren benzersiz bir eğitim modeli sunuyor ve önümüzü açacak öncü bir nesil yetiştiriyor.
İşte bu öncü neslin en parlak timsallerinden biri, Azerbaycan’dan MTO’ya katılan kardeşimiz, Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov. Vuqar kardeşimin yazdığı nefis bir makaleyi birkaç gün bu sütunda paylaşmak istiyorum. Hem normal talebe vasıflarını fazlasıyla aşan, fikir üretmeye, terkipler yapmaya, kavramlar icat etmeye başlayan bir insanın nasıl yetiştirilebileceğinin de en güzel misallerinden birini oluşturan geleceği nasıl ellerimize alabileceğimizi, nasıl ayakları yere basan köklü, güçlü, derinlikli bir gelecek yasa vurgu geliştirebileceğimizi tartışan nefis yazısının ilk bölümüyle sizi baş başa bırakıyorum.
Zihinler ne kadar içinde olduğumuz dünya tasavvuru ile bulanmışsa, gelecek tasavvuru da o kadar bu “hapishane” içinde biçim kazanacaktır.
Ancak, bir dünya tasavvuru, bu mevcut seküler / Batılı dünya tasavvuru içinde anlaşılamaz.
Neden? Nedeni çok basit bunun... Dünyada 2 milyar müslüman var, ama müslümanca bir tasavvur yok. Müslüman, kendi dünya tasavvurunu, kendine ait olmayan düşünce kalıpları içinde aradığı sürece müslümanca bir dünya inşa edemez.
Aklı harekete geçirecek düşünce, dünyayı aşmadıkça, aşkın olandan dünyaya doğru taşmadıkça, ortaya çıkan tasavvur, el-Musavvir olan’dan olamaz. Eşya’nın zâhirindeki tasavvurlarla oyalanır durur, sonunda kaybolur gider. Oysa hakîkî tasavvur, Hakk’ın El-Musavvir esmasından tecellî edendir. O’nu bulmak, O’na varmak, O’ndan taşarak bir dünya inşa mümkün.
[Burada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu:] Bu gelecek tasavvurunun bir modeli var mı? Neye esaslanarak / temellenerek bu modeli hayata uygulayabiliriz?
Herkesçe bilinen tek cevabı var bu sorunun: “Kur’an ve Sünnet”. Ancak bu cevap nasıl işleyişe konulabilir, hayata tatbik edilebilir, sorusunun doyurucu bir cevabı yok, ne yazık ki.
Bütün müslümanlar bu cevap üzerinde hemfikir; ancak tatbikat yöntemleri henüz başarı gösterecek bir mahiyette değil.
Bazıları bu modeli esas alırken, sadece taklit yöntemini esas alıyorlar. Olduğu gibi taklit yapmak, gelinen durumu ve birikimi kökten reddetmeye kadar götürür bizi.
Selefîlik akımının esas aldığı bu yöntem insanı şaşkınlık ve taşkınlık derekesine sürükleyerek pusulasız bırakıyor. Bu yöntemi seçenler, gelinen şartları okuma eyleminden yoksunluk çekenlerdir. Onlar aklı kullanmak yerine kuru bir şekilciliği benimsediler. Kuru bir taklit sünnetullahı hesaba katmamak oldu. Böyle bir anlayış biçimi doğal olarak hüsrana uğradı, başarısızlıkla sonuçlandı, Müslümanları perişan etti.
Bir kesim de var ki, onlar aklı daha çok ön plana çektiler. Onlar da günümüzde baskın olan Batı felsefesinin tuzağına düşerek, yine birikimi göz ardı ederek görünen dünyanın içinde dünyanın kuralları üzerinden akıl yürütmekle güç elde etme yöntemini benimsediler. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’i tarihî serüvenindeki gelenek birikiminden kopararak kendi dar akıllarına haps ettiler.
Bir yöntem daha vardır ki, bu iki genel yöntemin bir sonuç vermediğini görerek tamamen dergah ve yalnızlığa kapıldılar. Dünyayı yok saydılar. Tevekkül ve sabır diyerek, atalete düştüler.
Bu üç yöntem günümüzde Kur’an ve Sünnet çizgisindeki esasları çok özenle devam ettirmekteler. Böyle olması zaten insanların İslâm’la bağlarının kopmamasına yol vermiştir. Ancak bir gelecek tasavvuru söz konusuysa, bu 3 yöntem yetersiz kalmakta. Çünkü her üç yöntemle gelecek atılımları yapılma gayreti yapılsa da sonuç doğru görülmedi...
Peki, cevabımız “Kur’an ve sünnet” ise nasıl bir yöntem ortaya koyulması gerekir?
[Pazar günkü yazıda bu sorunun cevabının izini sürecek Vuqar kardeşimizin yazısı. Nasıl yazıydı ama; adeta bir Gazâlî gibi esaslı, güzel bir çağ okuması yapan nefis bir giriş yazısı oldu bu. Arkasını bekleyin, çapı, kaliteyi göreceksiniz -YK].