Serdar ARSEVEN
Köşe Yazarı
Serdar ARSEVEN
 

​"Bu günü mumla arayabiliriz!"

TARIM ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, Anadolu Ajansı Editör Masası’na “başıboş köpek sorunu” hakkında konuşurken çok feci bir ifade kullanmış. Tek cümleyle: “Bu günü mumla arayabiliriz!” Bu günü mumla aramak!. Sayın Bakan’ın verdiği rakama göre, 4 milyonun üzerinde bir “başıboş köpek nüfusu” var. Başıboş köpek sayısının 4 milyondan, 5 milyondan, hatta 8 milyondan çok daha fazla olduğunu söylüyor işin uzmanları. Ruhumuz bunaldığında gittiğimiz köyün “nahiyesi”nde bile binlerce köpek var. Üstel artış, ışık hızıyla! Hayvanları Koruma Kanunu denilen düzenlemenin Meclis’ten geçirildiği 2004’de başıboş köpek sayısı ne kadardı ? Onbinlerle ifade edilebilecek bir rakam!.. Küçük bir sorundu, ama müdahale edilmediği takdirde geçmişi mumla aratacak kadar vahim boyutlara varabileceği belliydi o günlerde de… Zamanın Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Samsun Milletvekili Musa Uzunkaya ile bu konuyu konuştuk. O günlerde, hem kendisi hem de başkaları bu konuda ikazlarda bulunmuş ama dinleyen olmamış. Sayın Uzunkaya, “PKK Terörü’nü yeneriz ama Allah muhafaza, başıboş köpek terörüne yenilebiliriz!” öngörüsünü bile dile getirdiğini söylüyor. “Köpekleri aldığın sokağa bırak!” mecburiyeti olmasaydı ve belediyeler kısırlaştırma işlemini savsaklamasaydı, bugün böylesine “yakıcı” bir problemle karşı karşıya kalmayacaktık demek ki… Şimdi… Ne yapılacak? Milyonlarca köpeğe nasıl bakılacak? Ah bizim gençliğimiz, mahallemizde dost köpeklerimiz vardı. Bir, iki, üç… Bugünkü gibi “ticari mama(!)”lar da yoktu. Mahallenin köpekleri başıboş da değildi. Her birinin bir işi vardı. Yaşlılara, engellilere, çocuklara arkadaştılar. Bugün, sokaklar… Nerelerden nerelere geldik. Bizim köylü de çok üzgün, bizim köyün hiçbiri başıboş olmayan güzelim köpekleri de… *** Biz hep, yumurta kapıya gelince uyanıyoruz! İstanbul Sözleşmesi işi de böyle oldu. Avrupa’ya “uyum” adına atılan adımların ne kadar büyük sıkıntılara yol açtığını ne zaman fark ettik? Uzun, uzun yıllar sonra!.. İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis’ten, iktidar-muhalefet işbirliği ile geçirildiği tarihlerde biz neler yapıyorduk? Derdimiz neydi? Tek bir şey: Memleket 28 Şubat darbecileri yüzünden büyük kayıplara uğramıştı. Her 10 yılda, hard-soft darbelerle karşılaşıyorduk. Buna bir an evvel son verilmeliydi. Bunun yolu da Avrupa Birliği ile “uyum” dan geçiyordu. Siyasi irade, milletin temsilcileri memleketi yönetemiyordu. Zinde güçlerin baskısını aşabilmenin yolu “AB” ile uyumdan geçiyordu. Hepimiz oraya odaklanmıştık. Hatta… AB’den “müzakere tarihi” alabildik diye, göbek atmıştık!.. Başkent’te fener alayları düzenlemiştik! *** Biz buralara odaklanmışken, ailemizi, kültürümüzü, huzurumuzu hedef alan “Batı” iyice içimize giriyor, PKK Terör Örgütü’nün uzantılarına desteklerini arttırıyordu. Kültürel İktidarın bütün imkânlarını kullanarak, manevi zeminimizi kaydırıyordu. Bizler ise, bu iklimde “Şu darbe tehdidinden kurtulalım da, sonrasına bakarız!” modundaydık. İstanbul Sözleşmesi ile 6284’ün ne büyük tuzaklar olduğu, gündemimizde değildi. Sonra sonra… Uyandık!.. Hep birlikte İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması için abandık. Bu sayede İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı ama, “uygulaması” dimdik ayakta duruyor. Şimdilerde bununla uğraşıyoruz. Tıpkı başıboş köpek sorununda olduğu gibi, “bir hayli geç kalmış” noktadayız maalesef. Ve nüfus artış hızı meselesi… Hızla yaşlanma… Sayın Cumhurbaşkanı, nüfus artışının çakılmasını “varoluşsal tehdit” olarak nitelendiriyor bugün. Gerçekten de öyle; nüfusun hızla yaşlanması memleketin “varlığını” tehdit ediyor. Şimdilerde, “Gençler yaşları geçmeden evlense, çoluk çocuğa karışsa, en az üç çocuk yapsa!” diye dua ediyoruz. Peki bu olur mu? Nasıl olabilsin, gençlerimizin kahir ekseriyeti neredeyse orta yaşlara kadar “okula” çakılıyken!.. Bizim “siyaset ülkeyi yönetebilsin” diye her vasıtaya sarıldığımız günlerde, mecburi eğitimin süresi 8 yıldan 12 yıla çıkartıldı. Bizim gençliğimizde mecburi eğitimin süresi 5 yıldı, sonra 8 yıl oldu ve sonra da 12 yıl. Memleketin dağına taşına üniversite yapıldı. Sayın Cumhurbaşkanı, “Bizde 8.4 milyon üniversite öğrencisi var!” dediği Almanya Şansölyesi Merkel’in “şöyle bir üfff çektiğini” söylemişti hayli vakit önce. O günden bugüne sayı daha da arttı. Artık, ülke nüfusunun onda birinden çok daha fazlası üniversite öğrencisi!.. Çocuk 12 yıl mecburi eğitimden geçecek, 4-5 yıl üniversite okuyacak… Ondan sonra, iş bulacak. Meslek öğrenecek. Evlenebilmesini sağlayacak parayı bir araya getirecek, artı geçinebileceği sağlayacak bir gelir seviyesine ulaşacak. Sonra evlenecek! Sonra çoluk çocuğa karışacak! Sonra üçleyecek. Bir de dünya iyice karıştı, asrın felâketine uğradık mı size. Kiralar iyice tırmandı mı! Büyükşehirde 20 bin liraya (600 küsur Amerikan Doları’na) kiralık ev bulabilen kısmetli sayılıyor. En 3 çocuk için, en az üç artı bir daire lâzım. Lâzımoğlu lâzım. Hani acaba diyorum; Çocuklarımız 12 yıl mecburi, artı 4-5 yıl da mecburi gibi üniversite “eğitimsizliğine” bağlanmasaydı… Okumak isteyen aslanlar gibi devam etseydi, okumak istemeyen de aslanlar gibi kabiliyetine uygun mesleğin çırağı olarak hayata atılsaydı… Bugün “varoluşsal tehdit” gibi bir sıkıntımız olur muydu? Birileri itiraz edecektir şimdi: “Efendim, meslek eğitimi yok mu? Meslek öğrenmek isteyen oralara gitsin!” Yok, o sistem aksıyor. Devletimiz en pahalı “tür” olan meslek eğitimi için dünyanın masrafını yapıyor ama gençlerin kahir ekseriyeti yarım yamalak da olsa eğitimini gördükleri alanları tercih etmiyor. Bir kişi mesleği öğrenecekse “eti senin kemiği benim” tedrisatından geçecek. Çalıştığı atölyeye erkenden gidecek, etrafı kontrol edecek. Meslek için gerekli bütün alet edevatla arkadaş olacak. Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa ve ordinaryüs ustalığa giden yolun bütün aşamalarından hakkıyla geçecek. Yarı okul, yarı atölye sistemi yürümüyor. *** Hani “Acaba?” diyorum… Lise ve üniversite öğrencisi sayısı çok daha az ama ortalama verim çok daha yüksek olsaydı. Piyasada “usta” sıkıntısı çekmeseydik. “İyi ki Suriyeliler, Afganlılar var, yoksa çalıştıracak adam bulamıyoruz!” lâflarını duyuyor olmasaydık… Hani “Acaba?” diyorum… Medeni Hukuk’umuza ruhlarını “batı”dan alan düzenlemeler değil de… Kadim medeniyetimizden alanlar hâkim olsaydı. Mesela… “Süresiz nafaka” uygulaması ortadan kaldırılsaydı… Gençlerin bir bölümünü evlenmekten alıkoyan “süresiz nafaka” uygulaması şimdi olmasaydı… Eğitimde, “herkes ille de lise bitirecek ve her isteyen üniversiteli olabilecek” modeli uygulansaydı… Başıboş köpek meselesinin bu kadar büyüyeceği, günün birinde Tarım ve Orman Bakanı’na “Bu günü mumla ararız!” dedirtecek boyutlara varacağı hesaplansaydı. Dahası çok… Mesela, belediyelerin SGK’ya olan borçlarının bu kadar korkunç boyutlara ulaşması beklenmeseydi de, vakti zamanında kaynakta kesinti yoluna gidilseydi… *** Birçok mesele var işte… Dün dünde kalsaydı sıkıntı yoktu ama öyle olmuyor, dün dünde kalmıyor. Faturası bugünlere ve yarınlara çıkıyor. Gelecek nesillere çıkıyor!.. *** Şimdi… “Acaba” diyorum, “Bugünden başlayarak atılacak adımlar yok mu? Siyasi iktidar, problemlere köklü çözümler getirecek adımları atar mı, atabilir mi?” Ümitsizlik bize göre değil. Her daim bir çıkış yolu vardır. Dua müminin silâhı. “İnşaAllah” diyelim her birlikte.
Ekleme Tarihi: 29 Temmuz 2024 - Pazartesi
Serdar ARSEVEN

​"Bu günü mumla arayabiliriz!"

TARIM ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, Anadolu Ajansı Editör Masası’na “başıboş köpek sorunu” hakkında konuşurken çok feci bir ifade kullanmış.

Tek cümleyle:

“Bu günü mumla arayabiliriz!”

Bu günü mumla aramak!.

Sayın Bakan’ın verdiği rakama göre, 4 milyonun üzerinde bir “başıboş köpek nüfusu” var.

Başıboş köpek sayısının 4 milyondan, 5 milyondan, hatta 8 milyondan çok daha fazla olduğunu söylüyor işin uzmanları.

Ruhumuz bunaldığında gittiğimiz köyün “nahiyesi”nde bile binlerce köpek var.

Üstel artış, ışık hızıyla!

Hayvanları Koruma Kanunu denilen düzenlemenin Meclis’ten geçirildiği 2004’de başıboş köpek sayısı ne kadardı ?

Onbinlerle ifade edilebilecek bir rakam!..

Küçük bir sorundu, ama müdahale edilmediği takdirde geçmişi mumla aratacak kadar vahim boyutlara varabileceği belliydi o günlerde de…

Zamanın Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Samsun Milletvekili Musa Uzunkaya ile bu konuyu konuştuk.

O günlerde, hem kendisi hem de başkaları bu konuda ikazlarda bulunmuş ama dinleyen olmamış.

Sayın Uzunkaya, “PKK Terörü’nü yeneriz ama Allah muhafaza, başıboş köpek terörüne yenilebiliriz!” öngörüsünü bile dile getirdiğini söylüyor.

“Köpekleri aldığın sokağa bırak!” mecburiyeti olmasaydı ve belediyeler kısırlaştırma işlemini savsaklamasaydı, bugün böylesine “yakıcı” bir problemle karşı karşıya kalmayacaktık demek ki…

Şimdi…

Ne yapılacak?

Milyonlarca köpeğe nasıl bakılacak?

Ah bizim gençliğimiz, mahallemizde dost köpeklerimiz vardı.

Bir, iki, üç…

Bugünkü gibi “ticari mama(!)”lar da yoktu.

Mahallenin köpekleri başıboş da değildi.

Her birinin bir işi vardı.

Yaşlılara, engellilere, çocuklara arkadaştılar.

Bugün, sokaklar…

Nerelerden nerelere geldik.

Bizim köylü de çok üzgün, bizim köyün hiçbiri başıboş olmayan güzelim köpekleri de…

***

Biz hep, yumurta kapıya gelince uyanıyoruz!

İstanbul Sözleşmesi işi de böyle oldu.

Avrupa’ya “uyum” adına atılan adımların ne kadar büyük sıkıntılara yol açtığını ne zaman fark ettik?

Uzun, uzun yıllar sonra!..

İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis’ten, iktidar-muhalefet işbirliği ile geçirildiği tarihlerde biz neler yapıyorduk?

Derdimiz neydi?

Tek bir şey:

Memleket 28 Şubat darbecileri yüzünden büyük kayıplara uğramıştı. Her 10 yılda, hard-soft darbelerle karşılaşıyorduk.

Buna bir an evvel son verilmeliydi.

Bunun yolu da Avrupa Birliği ile “uyum” dan geçiyordu.

Siyasi irade, milletin temsilcileri memleketi yönetemiyordu.

Zinde güçlerin baskısını aşabilmenin yolu “AB” ile uyumdan geçiyordu.

Hepimiz oraya odaklanmıştık.

Hatta…

AB’den “müzakere tarihi” alabildik diye, göbek atmıştık!..

Başkent’te fener alayları düzenlemiştik!

***

Biz buralara odaklanmışken, ailemizi, kültürümüzü, huzurumuzu hedef alan “Batı” iyice içimize giriyor, PKK Terör Örgütü’nün uzantılarına desteklerini arttırıyordu.

Kültürel İktidarın bütün imkânlarını kullanarak, manevi zeminimizi kaydırıyordu.

Bizler ise, bu iklimde “Şu darbe tehdidinden kurtulalım da, sonrasına bakarız!” modundaydık.

İstanbul Sözleşmesi ile 6284’ün ne büyük tuzaklar olduğu, gündemimizde değildi.

Sonra sonra…

Uyandık!..

Hep birlikte İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması için abandık.

Bu sayede İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı ama, “uygulaması” dimdik ayakta duruyor.

Şimdilerde bununla uğraşıyoruz.

Tıpkı başıboş köpek sorununda olduğu gibi, “bir hayli geç kalmış” noktadayız maalesef.

Ve nüfus artış hızı meselesi…

Hızla yaşlanma…

Sayın Cumhurbaşkanı, nüfus artışının çakılmasını “varoluşsal tehdit” olarak nitelendiriyor bugün.

Gerçekten de öyle; nüfusun hızla yaşlanması memleketin “varlığını” tehdit ediyor.

Şimdilerde, “Gençler yaşları geçmeden evlense, çoluk çocuğa karışsa, en az üç çocuk yapsa!” diye dua ediyoruz.

Peki bu olur mu?

Nasıl olabilsin, gençlerimizin kahir ekseriyeti neredeyse orta yaşlara kadar “okula” çakılıyken!..

Bizim “siyaset ülkeyi yönetebilsin” diye her vasıtaya sarıldığımız günlerde, mecburi eğitimin süresi 8 yıldan 12 yıla çıkartıldı.

Bizim gençliğimizde mecburi eğitimin süresi 5 yıldı, sonra 8 yıl oldu ve sonra da 12 yıl.

Memleketin dağına taşına üniversite yapıldı.

Sayın Cumhurbaşkanı, “Bizde 8.4 milyon üniversite öğrencisi var!” dediği Almanya Şansölyesi Merkel’in “şöyle bir üfff çektiğini” söylemişti hayli vakit önce.

O günden bugüne sayı daha da arttı. Artık, ülke nüfusunun onda birinden çok daha fazlası üniversite öğrencisi!..

Çocuk 12 yıl mecburi eğitimden geçecek, 4-5 yıl üniversite okuyacak…

Ondan sonra, iş bulacak.

Meslek öğrenecek.

Evlenebilmesini sağlayacak parayı bir araya getirecek, artı geçinebileceği sağlayacak bir gelir seviyesine ulaşacak.

Sonra evlenecek!

Sonra çoluk çocuğa karışacak!

Sonra üçleyecek.

Bir de dünya iyice karıştı, asrın felâketine uğradık mı size.

Kiralar iyice tırmandı mı!

Büyükşehirde 20 bin liraya (600 küsur Amerikan Doları’na) kiralık ev bulabilen kısmetli sayılıyor.

En 3 çocuk için, en az üç artı bir daire lâzım.

Lâzımoğlu lâzım.

Hani acaba diyorum;

Çocuklarımız 12 yıl mecburi, artı 4-5 yıl da mecburi gibi üniversite “eğitimsizliğine” bağlanmasaydı…

Okumak isteyen aslanlar gibi devam etseydi, okumak istemeyen de aslanlar gibi kabiliyetine uygun mesleğin çırağı olarak hayata atılsaydı…

Bugün “varoluşsal tehdit” gibi bir sıkıntımız olur muydu?

Birileri itiraz edecektir şimdi:

“Efendim, meslek eğitimi yok mu?

Meslek öğrenmek isteyen oralara gitsin!”

Yok, o sistem aksıyor.

Devletimiz en pahalı “tür” olan meslek eğitimi için dünyanın masrafını yapıyor ama gençlerin kahir ekseriyeti yarım yamalak da olsa eğitimini gördükleri alanları tercih etmiyor.

Bir kişi mesleği öğrenecekse “eti senin kemiği benim” tedrisatından geçecek.

Çalıştığı atölyeye erkenden gidecek, etrafı kontrol edecek.

Meslek için gerekli bütün alet edevatla arkadaş olacak.

Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa ve ordinaryüs ustalığa giden yolun bütün aşamalarından hakkıyla geçecek.

Yarı okul, yarı atölye sistemi yürümüyor.

***

Hani “Acaba?” diyorum…

Lise ve üniversite öğrencisi sayısı çok daha az ama ortalama verim çok daha yüksek olsaydı.

Piyasada “usta” sıkıntısı çekmeseydik.

“İyi ki Suriyeliler, Afganlılar var, yoksa çalıştıracak adam bulamıyoruz!” lâflarını duyuyor olmasaydık…

Hani “Acaba?” diyorum…

Medeni Hukuk’umuza ruhlarını “batı”dan alan düzenlemeler değil de…

Kadim medeniyetimizden alanlar hâkim olsaydı.

Mesela…

“Süresiz nafaka” uygulaması ortadan kaldırılsaydı…

Gençlerin bir bölümünü evlenmekten alıkoyan “süresiz nafaka” uygulaması şimdi olmasaydı…

Eğitimde, “herkes ille de lise bitirecek ve her isteyen üniversiteli olabilecek” modeli uygulansaydı…

Başıboş köpek meselesinin bu kadar büyüyeceği, günün birinde Tarım ve Orman Bakanı’na “Bu günü mumla ararız!” dedirtecek boyutlara varacağı hesaplansaydı.

Dahası çok…

Mesela, belediyelerin SGK’ya olan borçlarının bu kadar korkunç boyutlara ulaşması beklenmeseydi de, vakti zamanında kaynakta kesinti yoluna gidilseydi…

***

Birçok mesele var işte…

Dün dünde kalsaydı sıkıntı yoktu ama öyle olmuyor, dün dünde kalmıyor. Faturası bugünlere ve yarınlara çıkıyor.

Gelecek nesillere çıkıyor!..

***

Şimdi…

“Acaba” diyorum, “Bugünden başlayarak atılacak adımlar yok mu?

Siyasi iktidar, problemlere köklü çözümler getirecek adımları atar mı, atabilir mi?”

Ümitsizlik bize göre değil.

Her daim bir çıkış yolu vardır.

Dua müminin silâhı.

“İnşaAllah” diyelim her birlikte.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yirmidortsaathaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
timbir - birlik haber ajansi